25 Ağustos 2015 Salı

Ayakkabı Almak

          Az önce spor ayakkabısı almaya gittik. Benim Kinetixler'in ikisi de iki ayağıma da vuruyordu, kesti, biçti, ''senle ben ayrı dünyaların insanıyız'' diyordu adeta.
Her neyse, gittik işte, girdik bir mağazaya...
          Yetkili bayan, Cheta diye bir marka gösterdi, Kinetix(ya da Puma, tam emin değilim ama böyle bir şeydi sanırım.) ile aynı kalitedeymiş, yurtdışından geliyormuş vs. 
(BU CEPTE.)
Çıktık.

          Diğer bir mağazaya girdik, eski ayakkabılarımı aldığımız yer; ayakkabılardan şikayet amaçlı. 
''Arkasına basarsa olur öyle.'' diyor. Allah'ım, ben hayatımda kaç kez basarım ki arka tarafına?! Taş çatlasın, isterse kum tanelerine bölünsün, 3'ü geçmediğine eminim. 3 kez bile dayanamıyorsa benim param çöpte o zaman! Sadece benim değil, annemin de giydiği Kinetix berat bir halde. 
Ya bu marka sadece bize uyuz ya da hakikaten de saçma sapan bir şey, kalitesizin teki. 
Bunu söylediğimiz halde gidip bize yine Kinetix gösteriyor, dikkat ettim de ellerinde bir o, bir de Lescon var.
 (Lescon, Kintix'in bir aşağı kalitede olanıymış.)

İlle satacak ya, kalkıp diyor ki:
- Nike ile Kinetix aynı fabrikadan çıkıyor zaten. 
Atın benii!!! Atın beni denizlere, beni kuma gömün!
Niye bütün profesyoneller Nike kullanıyor o zaman? diyecektim, tuttum. 
Sakinim, sakinim...
















          Ortaya attığı iddiaya kanıt göstermek için de diğer ayakkabıları gösteriyor, ''Bakın, bu da öyle, bir de şuna bakın, bunun da burası böyle, şunun da şurası...''
Aklınca bize elindeki kalmışları kakalayacak...

          Sonra Cheta markasını sorduk. Yukarıda (BU CEPTE) dediğim kısım. 
''Allah Allah, öyle bir marka yok.'' falan dedi, Google'a yazdı, baktık, hakikaten de o yetkilinin sonunda bir doğrusunu yakaladık, Cheta markası n11.com 'da satılıyormuş, kendine ait doğru düzgün bir sitesi bile olmayan ve yurtdışından gelmeyen bir şey...
Bir piyasa malı.
Buradan önceki mağazaya selamlarımı iletiyorum... :)

          Hafif olsun, koşu ayakkabısı, bilekleri engellemesin falan diyorum, bana, özel korumalı tabana sahip bir Kinetix gösteriyor. Alttan hiçbir çivi, taş falan almazmış. 
Özel koruma ya!
Zaten almaması gerekiyor! 
Koşu ayakkabısının burna yakın kısmı daha sert ve kaliteli olmalıdır, değil mi? Bana ortası sert bir ayakkabı getirip ''Bu hiç yırtılmaz, bozulmaz, şusu olmaz, busuna dayanır...'' diyor.

         ''Tabi tabi. Kinetix yurdışından geliyor, dolar bazında yani.''
''Ooo, dolar bazındaysa iyidir.'' falan mı dememizi bekliyorsun, kör müyüz biz?
Hepsi dolarla geliyor.

Rabb'im, ben kendimi nerelere atayım?
Hangi çöllere gömeyim kafamı?!
Sonra niye spor gelişmiyor!?

Dikkat ettim de, bizim buradaki çoğu ayakkabıcı böyle konuşuyor, böyle anlatıyor. Sanırım benzin yakmadan doğru düzgün bir ayakkabı bulamayacağım. :(

          Evet, benim gibi huysuzdan da daha azı beklenmezdi hani. :) Umarım sizin oradaki ayakkabıcılar böyle değildir.

NOT: Markalar reklam amaçlı değildir. Sadece derdimi daha iyi anlatabilmek ve daha iyi anlaşılması adına verdim.

22 Ağustos 2015 Cumartesi

Kitap Yorumu: Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu

     Bugün size beni ve eminim ki okuyan diğer herkesi yıkıp geçen bir kitabı yorumlayacağım.
Bu bir Stefan Zweig kitabı.
Evet, eminim hiçbir kitabın tahlili bu kadar ağır ve yıkıcı ve bir o kadar da zor olmayacaktır.
Neyse, ama bundan bahsetmeden de duramazdım! :)

Yazarımız Stefan Zweig, hamilelik nedir nasıldır hiç bilmez, bir kadının yaşayabileceği en kötü sıkıntıları hiç yaşamamış ve bir kadın ise hiç değil! Ama bir kadının düşüncelerini, hislerini, bir kadından daha iyi anlatmış. Kesinlikle yazılmış en iyi psikolojik analizlerden biri.

Satranç ve Clarissa'dan sonra Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu ile artık beni de Stafan Zweig'in adını görünce konuyla zerre ilgilenmeden kitaplarına saldıranlar kümesinde sayabilirsiniz sanırım. :) Zira adam, yeryüzüne gelmiş en iyi yazarlardan biri.

Her neyse, konuya geçelim...

Tanınmış, roman yazarımız R., doğumgününde, göndereni belli olmayan isimsiz bir bayandan epey hacimlice bir mektup alır. Hiçbir açıklama yazısının olmadığını fark ettikten sonra iki düzinelik mektubun ilk sayfasından okumaya başlar.
''Sana, beni hiç tanımamış olan sana,''

Kadın ölüm döşeğinde, yaşamını 13 yaşından itibaren anlatmaya başlıyor ama kesinlikle sıkmıyor, gereksiz uzatmalar vs. yok. Yıllar yıllar süren platonik bir aşkın öyküsü bu. İtiraf edemeyişinin sebebi ise o sevdiği adama (çenesi tutulasıca) yük yüklememek...
13 yaşındayken kötü karşı komşuları sonunda taşınır ve kısa süre sonra başka yeni eşyalar getirilmeye başlanır. Kız, bu eşyalardan, özellikle kitapların bolluğundan adamı görmeden simasını yaşlı bir adam olarak hayal eder, hayranı gibi olur. Ama yeni komşuları düşündüğü gibi çıkmaz, aydınlık yüzlü, canlı saçlı, 25 yaşında, gayet genç ve yakışıklı biridir bu. Kız, onu kendisi için bir mucize, bir esrar perdesi olarak görür. 13 yaşındaki bir çocuğun o yoğun ısrarcılığıyla yalnızca adamın çevresinde dolanmaya başlar. Ve 15 senelik mükemmel bir aşk başlar.

''13 yaşında, ergenlik işte, ne aşkı?!'' dediğinizi duyar gibiyim; ben de öyle düşünmüştüm ama kızın adamın eli deydi diye kapı tokmağını öptüğü, adımlarını duymayı kaçırır diye gece soğuk taşlarda incecik kıyafetlerle yattığı ve adamın yere fırlattığı puro izmaritini çalıp dudakları deydi diye kutsal bir nesne sayması okununca insan ''Evet, bu aşk.'' diyor.

Kız adamı  her görüşünce kalbinin çırpıntısına, onu görmedeki heyecanına dayanamaz ve kaçar, kendi deyimiyle;
''Sanki ateş beni yakıp kavurmasın diye suya atlarcasına yanından koşarak geçerdim.''

Kitap 64 sayfa, tüm hikaye 55 sayfa; sonunda Çeviren Ahmet Celal'in ufak, tahlil denebilecek bir yazısı var, oradan biraz kopya çekeceğim çünkü benim kaçırdığım küçük noktaları yakalamış.
'' ''Sen beni asla tanımadın!'' Buradaki 'ben', erkeğe delice aşık olan 'ben'dir ve erkek, onu bu niteliğiyle hiç tanımamıştır. Onun için bu 'ben' , hayatına giren öteki kadınlardan -ki bunların sayısı hayli kabarıktır!- hiçbir fark bulunmayan bir bendir.
(...) ''Taraflardan yalnızca birinin iç dünyasından yola çıkılarak'' demedim; çünkü bu aşk öyküsünde taraflar değil, sadece tek bir taraf var. ''

Bazı kısımlarda aşkın biraz da saplantıya kaydığını düşünebilirsiniz ama bu 'ya benimsin, ya kara toprağın' saplantısı değil; yalnızca yüzünü bir kez olsun görebilmek arzusuyla, 1-2 yıl boyunca her gün adamın kapısında beklemek, pencerelerinin ışığını izlemek...

Altını çizmediğim en fazla on sayfa falan vardır. O kadar ki, bir ara, daha okumaya yeni başlamıştım, altını çizmekten yorulduğumu hatırlıyorum. :)
 Şimdi o kısımlardan seçtiklerimi koyacağım, spoiler olmamasına dikkat ettim ama kaçırdığım olabilir.
Resimler kaliteyi yükselttiğim halde iyi çıkmamış ama okunabilir.







5/5
Hoşçakalın!
:)

19 Ağustos 2015 Çarşamba

Eskişehir 'deyiz!

     Annemin ısrarlarıyla yollandık Eskişehir'e...
2001'de orada oturuyormuşuz, ben küçüktüm sadece yolları haritasal(yeni yapılan evleri hatırlayamam ama bu sokağın ardında ne var sorusunu yanıtlayabilmek diyelim; evet, bu haritasal kelimesini ben uydurdum, n'apalım, aklıma başka bir şey gelmedi. :) ) olarak hatırlayabiliyorum ama annem o eski mahalleleri görmek istemiş, aynı kalmadıklarını tahmin etse bile. 
     Ama durun, siz de benim gibi ne varmış canım Eskişehir'de, 4 saat yol gidiyorsun, hiçbir şey yok diyorsanız bu yazıyı sonuna kadar okumanızı tavsiye ederim. Bu kez kez kendim için diyorum: Önyargının gözü çıksın. :)
     Ayrıca bol bol da resim koymayı düşünüyorum.

     Giderken yolda mola-konaklama yeri gibi bir yerde mola verelim dedik(anlaşılan çenemi çekmeye daha fazla dayanamadılar çünkü ben o sırada hala Eskişehir'de ne var mevzuundaydım.) 3-4 sene evvel de orada mola vermiştik, bizi hatırlayıp hatırlamadıkları üzerine tutup espriler yapıp durduk zira bizim aile tuvalete gitse tüm mahallenin haberi olur.(şaka şaka, o kadar da değil...)
Ama ''Gene bunlar geldi, kaçııınnn!'' demelerini falan bekledik, gittiğimiz yer o kadar sessizdi ki, bizim gürültümüz(özellikle kardeşlerim) orayı Taksim'e çevirdi herhalde.


     Orada Yusuf Atılgan'ın Aylak Adam'ının yarısına kadar okudum ve diyebilirim ki; almayın. Biliyorum, çok sevenleri var lakin ben bir şey anlamadım, ahlak yerlerde sürünüyor, sanırım bu İslamiyet'in zorla ortadan kaldırılmaya çalışıldığı zamanlardan kalma, ben mi yanlış tahmin ediyorum, bilmiyorum ama ana karakter yolda yürürken, o yoldan geçen iki kızdan kendine yakın olanı çekip öpüyor, yanındaki diğer kız da ''Pis, sarhoş!'' gibi şeyler deyince de nereden anladı, ben onu öpmemiştim, nefesimden almış olamaz hem zaten bir bardak içmiştim diyor, bir de üstüne başını 90 derece arkaya yatırıp pis bir kahkaha basıyor. Millet bu hale gelmişse ortada bir sorun vardır. Hatta bu, dünyaya sorun olarak yeter.
Sevenler, neyini beğendiniz, bu da Sabahattin Ali gibi gayrimeşru saçma sapan bir aşka hikayesi... En azından Sabahattin Ali kendi içindeki sorunun varlığını biliyordu, sadece ona isim koyamamış ve çözümünü boş yerlerde aramıştı. 

     Her neyse efendim, sinirlerimi daha fazla germeden burada bırakıyor ve yolculuğumuza devam ediyoruz.
Eskişehir'e giden yol gerçekten çok dağlık taşlık bir yer. Aksine Tepebaşı da dümdüz. Biz şehir merkezine inmedik. Sağda solda belediyenin astığı tabelalardan anladığım kadarıyla Tepebaşı'ndaydık. Annem şehir merkezinin bizim Taksim gibi olduğunu söyledi ama nüfusun artması için yapılan milyon şeye rağmen hala nüfusu 3-5 insanı geçmeyen yerleri gördükten sonra buna pek inanasım gelmedi açıkçası. Zira, evlerin tamamı müstakil, yeni yapılan çok sayıda bina var, hala deli gibi inşaatlar yapılıyor, CarrefourSA açılmış, su sporları merkezi mahallenin ortasına kurulmuş ve Eskişehir(en azından gittiğimiz yerler) hala 2001'deki sessizliğinde; bana çok cansız ve ruhsuz geldi bu. Yada biz mi sessiz zamanlarında gittik? 
 ''Eskişehir insanı İstanbul'a gelse, imkanı yok, yaşayamaz.'' diyebilirim sanırım.

Ama orada yeni bir park açılmış, süperdi. İsmi ''Toprak Baba Hayrettin Karaca Parkı''

    Üzgünüm Tepebaşılılar ama bu parkın 
tıklım tıklım dolu olması gerekir. 

Bu solda gördüğünüz göl(içi Koi balıklarıyla dolu!!) aşağı doğru 2-3 km boyunca devam ediyor ve her 5-6 metre başına da ufak şelalemsi şeyler yapmışlar. Ve oranın tek misafiri biz ve güvenlik görevlisi idi. Ama etraf çok ferahtı, günlük güneşlikti, kaplumbağa ve iribaş bile gördük. 



Yukarıda yemeğinizi yiyebileceğiniz bir restaurant var ama fiyatlar hakkında hiçbir şey söyleyemem. Ama salı pazarlarını sonsuza kadar övebilirim. Kavacık'ta kilosu 8 TL olan çilek orada 4 TL, pembe domates burada 5 TL, orada 75 kuruştu! vb...
Tabii bunu gören annem durur mu, gözü dönmüşler gibi saldırdı domateslere, malum evde kış için salça yapma zamanı geldi. :)
                                                                                                     Şimdi de diğer resimlere geçelim...                                                                                   Bunu öylesine koydum, ilginç geldi. Sanırım gelirken çekmiştim.




Bu ve bir aşağıdaki karanlık resmi akşam eve dönerken flaşı kapatıp çektim. O kadar da düz tutmaya uğraşmıştım kamerayı. :)










Nasıl, güzel değil mi? Fantastik ögelerle zenginleştirilmiş gibi. Sadece bu resimler üzerine bir masal uydurulabilir gibi duruyor. Siz de deneyin, sizinki daha güzel çıkacaktır. :)







Her şeye rağmen, gidin görün derim.
Hoşçakalın!
:)

10 Ağustos 2015 Pazartesi

Filozofların Futbol Maçı

Mükkemmell bir video huzurlarınızda, 2-3 dakikanızı ayırıverin, değecek.
Yalnız, dikkatli izleyin; ince espriler var. :)
Tabii felsefe tarihini falan bilenler şıp diye anlayacaklardır.



8 Ağustos 2015 Cumartesi

Şarkılardan Türkülerden... 2

 Şarkılardan Türkülerden... 1'e sevdiğim şarkıları koymuşum ya, Youtube'dan tekrar arayasıya kadar buradan açmak daha kolayıma geliyor ve ayrıca unuttuğum yada sonradan dinleyip çok beğendiğim şarkılar da çıkınca ortaya bir ikincisini de yapayım dedim. :)
Yanlarına parantez içinde hangi animede, dizide, filmde vb. geçtiklerini yazdım.


TWIN FORKS - Cross My Mind (It's Okay, That's Love)


Bu şarkı gerçekten çok hoşuma gidiyor, çok neşeli, sanki hayat vermek istiyormuş birine gibi, annem de çok seviyor ki ona şarkı beğendirmek de kolay değildir. :)


ADELE - Rolling In The Deep


Bu şarkıyı bilmeyen yoktur, ha? Gerçekten süperdir.

CHELSY - My Way (Ao Haru Ride)

Ao Haru Ride'yi izleyenler buraya!  

DEMI LOVATO - Let It Go (Frozen)

Frozen'i izlemeyen kaldı mı aranızda? Bu şarkıyı da Demi Lovato söylüyordu sanırım.


Kuusou Mesorogiwi (Mirai Nikki Opening)

Ben Mirai Nikki'den çok hoşlanmamıştım ama müziği gerçekten kulak okşayıcı.

Unravel (Tokyo Ghoul Opening)

Ahh! Şarkı güzel. Çok güzel. Bana 1. sezonun son bölümünü hatırlatıyor. Unutmadınız değil mi o sahneleri? Ahahah!

Hoşçakalın!
:)

5 Ağustos 2015 Çarşamba

Kitap Yorumu: Aşka Var Mısın? - Natasha Boyd


AŞKA VAR MISIN? - Natasha Boyd
YABANCI Yayınları

Aşka var mısın derken de buram buram erotik yok. Evet, derin bir oh çektiğinizi duyar gibiyim. Maalesef günümüz aşkları kendini yatakta ispatlamaya gönüllü. Bu nedir ya? Aşk dediğin bu mudur? Hayır! Bence aşk dokunmaya kıyamamak gibi bir şeydir(öyle olmalı herhalde).
Her neyse, el alemin aşkından bana ne diyor ve yoruma geçiyorum.
Ana karakterimiz Keri Ann, minik bir kasabada ki o kasabaya ismini veren bir ailenin soyundan geliyor, yaşıyor. Anne ve baba yok, büyükanne ve baba da yok, ağabeyi okumak için yanında değil ve kendisi bir başına aile yadigarı, tarihi -bakımsızlıktan dökülen- bir evde yaşamakta.
 Benim orijinal bulduğum bir karakter aslında, biraz da kendime benzetiyorum sanırım. Garsonluk yapıyor ama denir ya, ''fakir ama gururlu''. İşte bu, o kız. Tabii gururlu tabirinin de karşılığını verecek kadar da kızdığında çirkefleşen bir karakter. Aslında bu özelliği beni ona daha da ısındırdı. Güzel bir kız, ama güzelliğinin farkında değil. (okuyanlar olarak buradan Keri Ann'in ağabeyine selamlar iletiyoruz. :) )
 Aşkı bilmeyen, yaşadığı Butler Cowe kasabası zaten kısıtlı olduğundan arkadaşları da belli başlı insanlar olan biri. Hayali, kendini aşk vs. ile bu ufak kasabaya bağlamadan bir gün çekip gitmek. 
 Şimdi gelelim... JACK EVERSEA'ya! 
JACK EVERSEA! Adamın görünümünü bırakın, ismi dahi kızların ağzının suyunu akıtacak bir karakter. Bir Hollywood yıldızı. Keri Ann'in de hayranı olduğu bir kitap serisindeki ana karakter olan Max'i canlandırmış. Tabii ortada büyük, çok büyük bir skandal var. Jack, sevgilisi tarafından aldatılır, tabii bu Jack Eversea olduğundan öyle basit bir aldatma olamıyor, aldatılan oyuncu büyük depresyona girer ve sırra kadem basar. Kendisi zaten Hollywood'da sürekli insanlaraın ona verdiği direktifleri yerine getirmekten kendi benliğini kaybetmiş biri, biraz da onun için nefes almaya ihtiyacı var.
Bu arada Keri Ann'in çalıştığı dükkana kapüşonlu, gizemli bir adam 100 dolarıyla 20 dolarlık bir hamburger alır, Keri Ann ve en iyi arkadaşı Jazz-teyzesi olur, büyük bir Jack Eversea hayranıdır ve dinlediği müzik tarzı yüzünden bu ismi almıştır- Jack Eversea'den bahsetmeye başlayınca gizemli adam hamburgerini ve para üsütü de almadan oradan kalkar ve gider.
Akşam olur, tam Keri Ann dükkanın kapısına kilidi vuracağı sırada o gizemli kapüşonlu adam çıkagelir ve kapüşonunu indirir.
Jack Eversea!
''Hambugerimi istiyorum, parasını ödedim.'' vb der ama Keri Ann ünlü peşinde koşan biri değil (şükürler olsun!) ve sinirlenir ve çirkefleşir. Sinirlerine hakim olamaz, sayar. Sonra girer içeri girer, adamı içeri alır, kapıyı kilitler(sinirlendi ya!),kurar masayı. Paketi ver, defolup gitsin işte, ama yook, attı tepesi, Keri Ann bu. Masayı kurar ve yine başlar saymaya. Öğlen siparişini alırken yüzüne bakmamışmış, temek nezaket kurallarını öğrenmemiş mi, lütfen dememişmiş... Bu karaktere bayıldım!
İnsanlara istediğini yaptırmaya alışmışmış da kendisi de ben olmasam kimi hizmet ettirecen be, tarzında bir konuşma yapar.
Yemeğini yedikten sonra bırakmaz, para üstü olan 80 dolarını da vermez. AHAHAHA! 
Tanışırlar. ve olay başlar. Gerçekten çok iyi bir kitaptı. Uzun zamandır böyle güzel bir kitabı hasretini çekiyormuşum meğerse.
Ayrıca kitapta da büyük sorular soruluyor, büyük konular irdeleniyor. Arkadaşlıksa arkadaşlığın aslolanını görüyoruz. Kıslakançlık mevzusu var, kıskançlıksa da harbiden kıskançlık. Yani. Bu Keri Ann Butler! Aşk mı derseniz de, evet aşk. Hem de süper bir aşk. Güven( en çok irdelenenlerden biri de buydu.), samimiyet, itiraflar, yalanlamalar, kavuşmalar... (Burada sakın aklınıza önce biri iftira atıyor sonra oğlan yalanlıyor, kavuşuyorlar falan gelmesin, orijinaldi diyorum.)
Ve mükemmel bir son.
Süperdi.
Orijinaldi.
******


 SPOILER:
Jack Eversea'nin geçmişini anlattığı kısım var ya, beni kırdı geçti. Gerçekten hiç beklemediğim bir şeydi. Hele o kaynar suyun dökülmesi, sandalyeyle kendini korumaya çalışması falan... zaten anneyi çıplak bir halde yerde bulmuşsun, yaşın kaç, ufacıksın ve kaçmak yerine duvar gibi adamın üstüne atlıyorsun, gözlerini çıkarmaya çalışıyorsun. işte ben buna karakter sahibi derim be. ve o komşunun çığlıkları o kadar uzaklıktan duyup gelmesi ve onun soyadını, yani Eversea'yi almak... 
Vay be!
Bu arada dili de çok akıcıydı, en fazla 2-3 günde bitecek bir güzel kitap.
Bir mesele daha var, hani şu 'hamileyim' hususu vardı ya, Grrrr...
Onun gerçek olmadığını minik bir kurtçuk bile anlardı. O kadar güzel bir kitabı sonunda biraz batırdı sanki. Oradan tam puan kırmamak için kendimi ne kadar zorladığımı hatırlıyorum da... Sonunu tahmin edersem 1 tam puan kırarım ama bu kitap harbiden çok güzeldi, bu yüzden yarım puan kıracaammm...
SPOILER SONU

not: 2. kitabı ile beraber alın yoksa benim gibi bana 2. kitabı veriiiinnn diye ortalığa böğürür sonra da apartmandaysanız kovulursunuz. :)

2. kitap!!! - SONSUZA KADAR
Evet, sonsuza kadar...
********

“Eğer geleceğimde olacağını bilseydim, tamamen farklı bir yaşam seçerdim.” 

...kokusunu derin derin içime çektim. Sonra ağzımı kulağına yaklaştırdım. “Eğer farklı bir yaşam seçseydin, beni hiçbir zaman bulamazdın.”

4,5/5 den 5/5!